
Fotoğraf karelerinde Atatürk ve kadın

Genco Erkal'ın Nazım serüveni

Ankaralı Hayvanlar Alemi'ne ilgi büyük

Artık George rollerini oynamak istemiyor

1998 yılında yönettiği ve iki kadının aşk hikayesini anlattığı ilk filmi High Art’la takip isteği uyandıran, Laurel Canyon (2002) ve Cavedweller (2004) filmleriyle ortalama işler üretip bu isteği azaltan Lisa Cholodenko İki Kadın Bir Erkek’le nihayet beklediği ilgiyi yakalamış görünüyor. Berlin’de eşcinsel temalı filmlere verilen Teddy Ödülü’nü aldıktan sonra yalnızca festivallerde boy göstermesi beklenen film, Hollywood’u yavaş yavaş tırmanıp kendini bir anda Altın Küre’lerde komedi dalında en iyi film ve kadın oyuncu ödüllerini toplarken buluverdi. Hollywood bağrına bastı Ana karakterlerin lezbiyen olduğu, bir eşcinsel aile hikayesini anlatan ve görece küçük bütçeli bir filmin bunca yolu gitmesi, tutuculuğu ve homofobisiyle meşhur Hollywood’da bu denli ilgi görmesi yakından bakınca o kadar da şaşırtıcı değil aslında. İdeal baba, ideal koca Film lezbiyen bir aileye sahip iki çocuğun donör babalarını aramalarının hikayesiyle başlıyor. Politik yanlışlarla dolu Film başta eşcinsel aile kurumunu normalleştirip “eşcinsel ailelerin çocukları sorunlu ve eşcinsel olur” yargısını yıkarken lezbiyenlere yönelik “erkek bulamayan, penis yoksunu kadınlar” yargısını da doğruluyor ne yazık ki. Kaş yapayım derken... Lisa Cholodenko kaş yapayım derken göz çıkaran bir film çekmiş bu kez. (Bu ayki Altyazı dergisinde yayımlanan Gözde Onaran imzalı yazı tam da bunu anlatıyor.)
Dört dalda Oscar adaylığı da cabası...
Film her ne kadar eşcinsel bir aileyi odağa almış olsa da aile kurumunu ne eleştiriyor ne de ters yüz ediyor.
Bunları yapıyormuş gibi görünüyor sadece.
Bu da eşcinselleri belli kalıplara sokmaya çalışan Hollywood’un işine geliyor elbette.
Karşılarında Brokeback Dağı kadar aşkı cinsiyetler ötesine taşıyan ya da Milk kadar eşcinsel hakları için bağıran bir film yok sonuçta.
Değişen dünya düzenine ayak uydurmakta pek başarılı Hollywood İki Kadın Bir Erkek’i homofobisiyle yüzleşmesinde kanıt olarak bağrına basıyor tabii ki.
Çocuklar için, her şeyin “normal” seyrinde gittiği, Jules’un (Julianne Moore) anne, Nic’in (Anette Bening) ise baba rolünü oynadığı bu ailede çocukları en çok meşgul eden, babalarının kim olduğu sorusu oluyor.
Çok geçmeden de donör babayla tanışıyoruz.
Paul (Mark Ruffalo) organik sebzeler yetiştiren bir çiftliğin sahibi olan, kadınlarla flört etmeye doyamayan, biraz serseri biraz seksi biraz da havai bir adam olarak çıkıyor karşımıza.
Çocuklar için Nic’in tamamlayamadığı her şeye sahip bir baba modeline dönüşen Paul, bir süre sonra Jules için de yine aynı eksikleri doyuran ideal koca oluveriyor.
Bunu da ikiyüzlülükle yapıyor.
En son bunun bir başka bayağı örneğini –yaratıcı bir isim daha!- Damadı Öpebilirsin’de (I Now Pronounce You Chuck & Larry, 2007) görmüştük.
Adam Sandler ve Kevin James’in evli çiftlere verilen para yardımından yararlanmak için gey çift rolünü oynamalarını anlatan bu film politik olarak İki Kadın Bir Erkek kadar yanlışlarla doluydu.
Yaygın sinemada eşcinsel görünürlüğünü, özellikle lezbiyenlerin görünürlüğünü sağlıyor görünse de eşcinsellerin politik mücadelesine bir o kadar zarar veriyor.
Bu zararın lezbiyen kimliğini saklamayan bir kadın yönetmenin kalemi ve kamerasından yapılıyor olmasını nereye saklayacağımızı ise bilemiyoruz!